Bakım

Gül Suyuna İlanı Aşk

Kozmetik evreninde bir “Türk güzellik rutini” kategorisi yaratsam, bir saniye bile tereddüt etmeden gül suyunu bu rutinin kahraman ürünü ilan ederdim.

1 Nisan 2022

Nedenini açıklayayım.

Gül suyu ilk karşıma çıktığında dört yaşlarındaydım.

Annemin bir süre odasına gelmeyeceğinden yüzde yüz emin olduktan sonra evyenin altındaki makyaj sepetini tüm gücümle yukarı kaldırıp, kendimce ciddi makyaj araştırmaları ve denemeleri yaptığım çağdaydım. Beş altı parfümü üst üste sıkarsam etrafımdaki herkesi kaçırabileceğimi de yine bu banyoda yaptığım bilimsel deneyler sonucu keşfetmiştim.

Annemin 90’ların başındaki banyosunu hatırlamanın şimdi bile içimde kıpır kıpır ettirdiğini fark etmiş olabilirsiniz.

Konuya dönüyorum.

Banyo tezgahına bu kadar meraklı olduğumu gören annem, “Valerie-için-güvenli” ama yine de kozmetik sayılabilecek bir ürünle tanıştırdı beni. Yalnızca annemin değil, annesinin, anneannesinin, babaannesinin ve sadece fotoğraflardan tanıdığım (ve hayatımda gördüğüm en etkileyici kadınlardan biri olan) teyzesinin de kullandığını öğrendiğim bu güzel kokulu sudan faydalanmama izin verilmesi mucize gibi bir şeydi. Beni heyecanlandıran gül suyunun ne işe yaradığından çok bana öyle ya da böyle bir kozmetik vizesi çıkmasıydı.

Yine de bana gül suyunun temizleyici ve “tonik” (o günlerde kulağıma epey yetişkin gelen bir kozmetik gizemi) olduğu bilgisi verilmişti. Aklıma her geldiğinde banyoyu ziyaret edip gül suyuyla ıslattığım disk pamuğu yavaşça yüzümde gezdiriyordum. Ne yaptığım hakkında pek bir fikrim yoktu ama yanaklarımdaki mis koku ve ferahlıkla mutluydum.

Gül hidrosolü benim için bir bakım ürünü olmasının yanında bir zaman makinesi de aynı zamanda. O kadar çok işlevli bir ürün ki! Hem de her kullandığımda beni annemin gül kokulu yanaklarıma verdiği uyku öncesi öpücüklere ışınlıyor. Onu sevmemde, dört yaşında kendimi ailemin güçlü kadın ekibinin güllü ve tescilli bir üyesi olarak görmemi sağlamış olması tabii ki büyük etken. Ama hissettirdiği mutlu nostaljinin ötesinde, rutinime kattığı duyusal ve bakımsal artılar da var.

Pratiklik benim için ilk sırada geliyor. Günün herhangi bir saatinde cildimi kızartmadan ya da kurutmadan kullanabileceğim ender ürünler listesinde olması önemli. Bir pamukla, sprey olarak veya avucuma döküp doğrudan uyguluyorum. Sabahları uyandığımda genellikle yüzümü bir temizleyici ile yıkama ihtiyacı duymadığım için günüme gül suyuyla başlıyorum. Uyandığımda alerjiye daha yatkın olmama rağmen cildim herhangi bir reaksiyon göstermiyor. Hemen daha yumuşak bir cilt hissine (bu his için neden henüz bir kelime yok?) kavuşuyorum. Spreyi genellikle gün içerisinde ferahlama (ikinci sebep!) ve yüzümü nemlendirmek (üç!), rahatlatmak (dört!) için tercih ediyorum. Üstelik sprey olunca makyaj altı veya üstü de fark etmiyor. Ferahlama demişken, elbette acil durum için buzdolabımda daima bir iki şişe gül suyu bulabilirsiniz. Zaman zaman kuru uçları beslemek için (beş!) saç rutinime de alıyorum. Böylece saç tellerim de güzel kokuyor. (altı!).

Her kokladığımda veya sürdüğümde bana kendimi iyi hissettirmesini ve gündelik ruhsal yoğunlukta beni yatıştırabilmesini de sıralamaya alıyorum. Gül esansı ve anksiyete korelasyonu üzerinde yapılmış araştırmalar sınırlı. Veri sayılmasam da bende işe yaradığını söyleyebilirim. Yüzüme doğrudan yağ olarak uygulamayı tercih etmiyorum. Fakat bazen meditasyon yapmadan önce yağ formunu nabız noktalarıma sürüyorum. Veya üzerime bir kaç psssst gül suyu sıkıp Headspace’i açıyorum. Öz bakım çıtasını yükseklere taşımak istediğim günlerde küvete biraz eklemek de müthiş oluyor.

Mayıs 2016’da lokal gül kültürü ve gül suyuna olan bakışım tam anlamıyla boyut atladı. Isparta’da düzenlenen hasat gezilerinden birine katıldığım için çok şanslıyım.

Gül suyunun aslen İran kökenli olduğunu bilsem de, birkaç makalede yüzyıllardır şimdi Türkiye olan topraklarda hayatlara dokunduğunu okumuştum. Edirne’nin gül bahçelerini ve Nusaybin’deki gül suyu üretimini görebilmek için birkaç yüzyıl erken doğmalıydım. Fakat Isparta yolculuğumda sonsuz büyüklükteki rosa damascena bahçelerini gezmek benim açımdan aydınlatıcı oldu.

Türkiye’de bugün halen çok sayıda insan benim gibi gül suyu severler için akıl almaz bir titizlikle ve nesilden nesile aktarılan tekniklerle çalışıyor. Her şey bahçede mayıs ve haziran hasadı boyunca on binlerce –ya da yüz binlerce mi demeliyim?– Isparta gülünü doğru şekilde koparmakla başlıyor. Güle hafifçe kavis vererek yapılan bu koparma işlemini üçüncü yapışımda beceriyorum. Gülü önlüğümün cebine atıyorum ve elimi hemen burnuma götürüyorum.

İnanılmaz bir şey.

Evet, rosa damascena kokusunun hafifliği, narinliği ve gülün üzerinde oluşturulmuş olan “ağır” iftirasına kafa tutan yeşilliği, inanılması güç gerçekler listesini zorluyor. Gül suyu yalnızca saf su ve gül özünden oluştuğunda bu hafiflik zaten hissediliyor. Aynı etkiyi koku ve cilde fayda olarak gül yağı eklenerek “gül suyu” etiketiyle satılan alternatiflerinden almak ise mümkün değil.

Toprak, güneş, insan emeği ve ekosistem el ele verip o tatlı, pembe çiçeği gül suyuna dönüştürüyor. Yüzyıllardır. Güzellikten geliyor, daha çok güzellik saçıyor; pH’ı dengeli, cildimi yatıştırıyor ve kokusu bana her seferinde kendimi iyi hissettiriyor. Üstelik dört yaşımdan beri kullanıp vazgeçmediğim ender ürünlerden.

İşte tüm bunlardan ötürü gül suyu, hayalimde bir süredir yaşayan “Türk Güzellik Rutini” listesinin başında yer alıyor. Aşağıda seçtiğim gül hidrosolları (hepsi lokal markalardan olmasa da) rutinimde yer edinenler arasında.